12 Aralık 2010 Pazar

Topkapı Sarayı

Topkapı Sarayı (Osmanlı Türkçesi: طوپقپو سرايى), İstanbul Sarayburnu'nda, Osmanlı İmparatorluğu'nun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca, devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı Padişahları'nın yaşadığı saraydır.[1] Bir zamanlar içinde 4.000'e yakın insan yaşamıştır.[2]
Topkapı Sarayı Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478’de yaptırılmış,Abdülmecit’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 sene boyunca devletin idare merkezi ve Osmanlı padişahlarının resmi ikametgahı olmuştur. Kuruluş yıllarında yaklaşık 700.000 m.² lik bir alanda yer alan sarayın bugünkü alanı 80.000 m.² dir.[3] Topkapı Sarayı,saray halkının Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı ve diğer saraylarda yaşamaya başlaması ile birlikte boşaltılmıştır.Padişahlar tarafından terk edildikten sonra da içinde birçok görevlinin yaşadığı Topkapı Sarayı hiçbir zaman önemini kaybetmemiştir.Saray zaman zaman onarılmıştır. Ramazan ayı içerisinde padişah ve ailesi tarafından ziyaret edilen Mukaddes Emanetler Dairesi’nin her yıl bakımının yapılmasına ayrı bir önem verilmiştir.
Fatih Sultan Mehmed 1465 yılında Topkapı Sarayı'nın inşaatını başlatmıştır.
Topkapı Sarayı’nın ilk defa, adeta bir müze gibi ziyarete açılması Abdülmecit dönemine rastlamıştır. O dönemin İngiliz elçisine Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eşyalar gösterilmiştir.Bundan sonra Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eski eserleri yabancılara göstermek gelenek haline gelir ve Abdülaziz zamanında, ampir üslupta camekânlı vitrinler yaptırılır, Hazine’deki eski eserler bu vitrinler içinde yabancılara gösterilmeye başlanır.II. Abdülhamid tahttan indirildiği sıralarda Topkapı Sarayı Hazine-i Hümâyûn’un pazar ve salı günleri olmak üzere halkın ziyaretine açılması düşünülmüşse de bu gerçekleşememiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle 3 Nisan 1924 tarihinde halkın ziyaretine açılmak üzere İstanbul Âsâr-ı Atika Müzeleri Müdürlüğü’ne bağlanan Topkapı Sarayı önce Hazine Kethüdalığı, sonra Hazine Müdüriyeti adıyla hizmet vermeye başlamıştır.Bugün ise Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü adıyla hizmet vermeye devam etmektedir. 1924 yılında bazı ufak onarımlar yapıldıktan ve ziyaretçilerin gezebilmeleri için gereken idari önlemler de alındıktan sonra, Topkapı Sarayı, 9 Ekim 1924 tarihinde müze olarak ziyarete açılmıştır. O tarihte ziyarete açılan bölümler Kubbealtı, Arz Odası, Mecidiye Köşkü, Hekimbaşı Odası, Mustafa Paşa Köşkü ve Bağdat Köşkü’dür.
Günümüzde büyük turist kitlelerini kendine çeken saray 1985 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi'ne giren İstanbul Tarihî Yarımada içerisindeki tarihi eserlerin en başında gelmektedir.[4] Günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.

Ortaköy Camii

Büyük Mecidiye Camii, halk arasında Ortaköy Camii, İstanbul Boğaziçi’nde Beşiktaş ilçesinin, Ortaköy semtinde sahilde bulunan Neo Barok tarzında bir camiidir.
Cami, Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Oldukça zarif bir yapı olan cami Barok üslubundadır. Boğaziçi’nde eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir. Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur. Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir.
Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır. Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır. Tek kubbenin duvarları pembe mozaiktendir. Mihrap mozaik ve mermerden, mimber ise somaki kaplı mermerden yapılmıştır ve ince bir işçiliğin ürünüdür.

Galata Köprüsü

Galata Köprüsü için ilk girişim II. Beyazıt döneminde yapıldı. Leonardo da Vinci, padişahla temasa geçerek bir Haliç Köprüsü tasarımı sundu. Gerçekleştirilmesi teknik olarak imkânsız görülen bu tasarımın üzerinden 350 yıl geçtikten sonra ilk Galata Köprüsü, 1845 yılında, Sultan Abdülmecid zamanında annesi Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından yaptırıldı.
Köprüye 'Cisr-i Cedid', 'Valide Köprüsü', 'Yeni Köprü', 'Büyük Köprü', 'Yeni Cami Köprüsü', 'Güvercinli Köprü' adları takılmıştı. Günümüzde yalnızca Galata Köprüsü olarak bilinmektedir. 1863, 1875 ve 1912 yıllarında yenilenen Galata Köprüsü son olarak 1992'de yandı. Yanan köprü onarıldıktan sonra Balat-Hasköy arasına yerleştirildi ve Karaköy-Eminönü arasındaki eski köprü yerine modern bir köprü yapıldı.
En eski kayıtlara göre, Altın Boynuz üzerine köprü M.Ö. 6. yüzyılda büyük Jüstinyanüs tarafından yapıldı. 1453'te Konstantinopolis düşğünde Türkler, gemilerini yanyana birleştirerek mobil bir köprü meydana getirdiler ve bu köprüyü orduların Altın Boynuz'un bir tarafından, diğerine geçebilmesi için kullandılar. 1502-1503 yıllarında bölgeye ilk kalıcı köprüyü yapma planları konuşuluyordu. Sultan II.Beyazıd, Leonardo da Vinci'den bir dizayn istedi. Altın Boynuz için hazırlanan köprü tek açıklıklı 240 metre uzunluğunda ve 24 metre genişliğinde idi. Yapılmış olsaydı dünyadaki en uzun köprü olacaktı. Ancak bu tasarım padişahın onayını alamayınca proje rafa kalktı. Başka bir İtalyan sanatçısısı olan Mikelanj İstanbul'a köprü için davet edildi. Mikelanj bu teklifi geri çevirdi. Bundan sonra Altın Boynuz'u geçecek bir köprü yapma düşüncesi 19. yüzyıl'a kadar rafa kaldırıldı.

Pierre Loti

Pierre Loti, asıl adı Louis Marie Julien Viaud (d. 14 Ocak 1850 - ö. 10 Haziran 1923), Fransız romancı. Pierre Loti isminin yazara, kimi kaynaklara göre öğrencilik yıllarında; kimi kaynaklara göreyse, 1867 yılında yaptığı Okyanusya seferi sırasında, Tahitili yerliler tarafından verildiği söylenir. "Loti", egzotik iklimlerde yetişen egzotik bir çiçeğin ismidir.[1]

1850 yılında Fransa'nın Rochefort kentinde Protestan bir ailenin en küçüğü olarak doğdu. 17 yaşında Fransız Deniz Kuvvetleri'ne girdi. Denizcilik eğitimini tamamladıktan sonra 1881'de yüzbaşı oldu ve ilerleyen yıllarda da terfi ederek albaylığa kadar yükseldi. Ortadoğu ve Uzakdoğu'da bulundu. Bir deniz subayı olarak romanlarında konu ettiği yabancı kültürünü pek çok yer gezerek tanıma fırsatını buldu. Bu yolculuklarında edindiği deneyimlerini ve gözlemlerini daha sonra kitaplarına yansıttı.
1879'da ilk romanı olan ve o dönemin Osmanlı Türkiye'sinden kesitler veren[2] Aziyadé 'nin (Aziyade) yayınlanmasının ardından 1886'da Pécheur d'Islande'la (İzlanda Balıkçısı)'nı yayınladı. Loti, kendini edebiyat çevresine kabul ettirmiş bir yazar oldu. Daha sonraki yıllarda her yıl bir kitabı çıktı ve kitapları geniş kitlelerce okundu. 1891 yılında Fransız Akademisi'ne seçilen yazar 1910 yılında Légion d’Honneur nişanını aldı.[3] İzlenimci bir yazar olan Pierre Loti'nin oldukça yalın bir dili vardı. Edebiyattaki bu izlenimciliği kişiliğini de derinden etkiledi. Derin bir umutsuzluğu dile getiren yapıtlarında aşkın yanı sıra ölüm duygusu da geniş yer alıyordu. Bütün bu umutsuzlukla birlikte içinde duyduğu insanlığa karşı şefkat ve acıma duygusunu yapıtlarına yansıttı.[4]

Eyüp Sultan Camii

Eyüp Sultan Camii dikdörtgen planda, mihrabı çıkıntılıdır. Merkez kubbe altı sütun ve iki filayağına müstenit kemerlere yaslanır, etrafında yarım kubbe, ortasında Eyüp Sultan türbesi, sandukasının ayak ucunda bir pınar, avlu ortasında asırlık bir çınar bulunmaktadır.
1458'den sonra çeşitli defalar tamir gören caminin minarelerinin boyu önceleri kısaydı, 1733'de yeni uzun minareler yapıldı. 1823'de deniz tarafındaki minare, yıldırımla hasar gördügü için yeniden inşa edildi.
Cümle kapısı önündeki Sinan Paşa kasrı 1798'de yıktırılmıştır. Yerinde ulu bir çınar ağacı gölgesinde etrafı parmaklıklı bir set ve çimen sofa vardır. Parmaklığın dört köşesinde dört çeşmecik bulunur. Bunlara hacat çeşmeleri, kısmet çeşmeleri denir. Tamir edildikten sonra camiyi açıp namaz kılan Sultan III. Selim Mevlevi olduğu için parmaklıkların üzerinde mevlevi sikkeleri vardır.
Dış avlunun caddeye açılan iki kapısı vardır. İç avlu 12 sütuna müstenit 13 kubbelidir.Avlunun ortası şadırvandır. Türbe tek kubbeli, 8 köşelidir. Türbe methalinde nakşı kademi saadet, sağında sebil bulunur.
Mihrab eyvandır, minber mermerdir. Mihrab tarafı hariç üç tarafı galerilidir. Son cemaat yeri önünde 6 sütunlu ve 7 kubbeli bir revak vardır. Mermer cümle kapısı üzerinde 9 sıralık kitabenin ilk sırası:
Zehi münkadı emri gerdgar zılli Rabbani
Serefrazı cihandaranı asrın şahı devranı
Menarı nurfeşan sultan selim hanı bülend ikbal
Bilin gülbank dahi iyledi pür cümle azani.

Bu kadar çok kabir, türbe, lahit başka bir camide iç içe geçmemiştir. Serviler ve mezarlıklar cami çevresini uhrevi bir mekân yapar. Necip Fazıl, Fevzi Çakmak, Ferhat Paşa, Mehmet Paşa, Siyavuş Paşa, Beşir Fuad, Ahmet Haşim, Ziya Osman Saba, Sokullu Mehmet Paşa burada yatmaktadır.
Fatih'ten sonra asırlarca padişahlar Eyüp Sultan Camii'nde kılıç kuşanmışlardır. Bunu Fatih başlatmış, ilk kılıcı Fatih'e Akşemseddin kuşatmıştır. Padişahlar Sinan Paşa Köşkü'nden kayıkla Bostan iskelesine gelir, camide iki rekat namaz kılar, şeyhülislam kılıcı kuşatırdı.
Caminin dış avlusunda sebil bulunmaktadır. Üç pencerelidir. Bayramlarda ve özel günlerde şerbet dağıtıldığı için şerbethane denilmiştir.

İstiklal Caddesi

İstiklal Caddesi ve çevresi geçmişten kalma olumlu ve olumsuz özelliklerini bir arada sürdürmekle beraber Türkiye'nin istisnasız en kozmopolit bölgesi olma özelliğini de taşımaktadır. İstanbul'a gelen yabancı ve yerli ziyaretçilerin olmazsa olmaz ziyaret mekanı olan İstiklal Caddesi sabaha karşı sayılabilecek saatler dışında hemen hemen günün her saatinde her daim kalabalıktır. Dünyaca ünlü markalardan ucuz giysi satan pasajlara kadar cadde bugün alışveriş bakımından çok büyük ölçüde bir giyim mağazaları kompleksi gibidir. Giysi, iç çamaşır, aksesuar, bijuteri, kundura-çanta dükkanları, cadde üzerindeki alışveriş yerlerinin takriben yarısını oluşturmaktadır. Geri kalanları ise bankalar ile neredeyse her türlü damağa ve bütçeye hitap eden çabuk yemek (fast food) büfelerinden, küresel lokanta zincirlerine, balık lokantaları, muhallebiciler, tatlıcılar ve börekçiler gibi geleneksel tatlara uzanan lokantalar oluşturur. Gece gezmeleri için ise meyhanelerden türkü evlerine, fasıl mekanlarından rock barlara, striptiz kulüplerinden eşcinsel barlarına kadar uzanan muazzam genişlikteki bir yelpazeye sahiptir. Cadde ayrıca, tiyatro, sinema, kitabevleri ve sanat galerileri gibi birçok kültür merkezine ev sahipliği yapar.
Ara sokaklar, kısmi düzenlemelere rağmen, gene Beyoğlu'nun arka sokak mensuplarına hizmet veren lokanta ve kahvelerle, salaş dükkanlarla, çeşitli fuhuş yuvalarıyla ve aynı amaca hizmet eden otellerle doludur.
İstiklal Caddesi ile arka sokakları, birbirinden ayrılamayacak bir bütündür. Bu bütünlük Beyoğlu'dur. Netekim Beyoğlu denilince istiklal Caddesi ve arka sokakları, İstiklal Caddesi denilince de Beyoğlu akla gelir. Bu bakımdan hem İstiklal Caddesi, hem de Beyoğlu, bir cadde ile sokaklar bileşimidir; bir semttir, ama aynı zamanda bir “kavram”dır. Güzeli de çirkini de içinde barındırır. Caddenin çevresi, fuhuşuyla, serseri yuvalarıyla, “tehlikeli” arka sokakları ile madalyonun diğer yüzüdür.
Yani tek bir Beyoğlu, tek bir İstiklal Caddesi yoktur ya da Beyoğlu'nu ve İstiklal Caddesi'ni tek yönlü, tek boyutlu görmemekte yarar vardır. İstiklal Caddesi ve civarı çok parçalı bir bütündür.


Taksim Meydanı

Meydan olmadan önce, eski evlerin sıralandığı dar bir bölge olan semt, meydan haline getirilip genişletildikten sonra zamanla bugünkü görünümünü almıştır. Meydanın ortasındaki Cumhuriyet Anıtı ve çevresi bugün tören yeri olarak kullanılıyor ve buluşma yeri işlevini üstleniyor.Meydanın başlangıcından Tünel'e kadar nostaljik tramvay çalışır.
Taksim aynı zamanda kültür,eğlence ve büyük bir alışveriş merkezidir.Çok sayıda mağaza, sinema ve tiyatro salonu, sanat atölyeleri, sergi salonları, bar, disko, kafe barındırır. Özellikle haftasonları Taksim'de 24 saat hareket vardır. Meydanın girişinde bulunan dönercilerin (bazıları haftaiçi de dahil olmak üzere)çoğu haftasonu gün boyu açıktır. Saat 05.00'e kadar gece klüpleri kapanmaz. Meydanın yakınlarında bulunan taksiler ile günün her saati ulaşım sağlanır. ve kesinlikle herkesin buluşabileceği bir yerdir.
Son yıllarda ulaşım açısından önemli bir merkez haline gelen Taksim, günümüzde bir meydandan çok bir kavşak özellikleri göstermeye başlamıştır. Taksim'i trafiğe kapatma projeleri olsa da henüz hiçbiri uygulamaya konulmamıştır.
Taksim meydanı adını,suların TAKSİM edilmesinden alır. Osmanlı,civar semtlere su dağıtmak için şu an Taksim meydanı olarak bulunan bölgeye bir su deposu yaptı. Depolanan suyu da dağıtmak, yani taksim etmek için küçük bir yapı, yani maksem yaptı.

Anadolu Hisarı

Anadolu Hisarı; İstanbul'un Anadoluhisarı semtinde, Göksu Deresi'nin İstanbul Boğazı'na döküldüğü yerdedir.
Anadolu hisarı, 7.000 metrekarelik bir alan üzerine, Boğazın en dar noktası olan 660 metre mesafedeki bölgesine inşa edilmiştir. Cenevizliler, Bizans'la birlik olup Karadeniz'de (Kefe,Sinop ve Amasra'da) koloniler kurmuşlardı. Bu sebeple, Boğaz geçişi Cenevizliler için hayati önem taşımaktaydı. Aynı durum Osmanlılar için de söz konusuydu. Karşı sahilde, İstanbul'un Avrupa yakasında bulunan Rumeli Hisarı ise, 1451-1452 yılları arasında II. Mehmed tarafından, bu yabancı ülkelerin gemilerinin geçişlerini denetim altında tutabilmek amacıyla inşa ettirilmiştir. Fatih Sultan Mehmed, Rumeli Hisarı'nı yaptırırken bu kaleye dış surlar ekletmiştir.
Anadolu Hisarı, iç ve dış kale ile bu kalelerin surlarından oluşur. İç kale, dikdörtgen biçimindeki dört katlı bir kuledir. İlk yapıldığında, bir giriş kapısı bulunmadığı için, kuleye iç kale surlarına uzanan bir asma köprüden giriliyordu. Üst katlarına da içerideki ahşap merdivenlerle çıkılıyordu.
İç kale surları, dış kalenin kuzeydoğu ve kuzeybatı köşelerini birleştirir. Bu surlar üç metre kalınlığındadır. İç surlarla birleşen dış kale surlarının üzerinde birçok kemer ve surları korumak için yapılmış üç kule bulunur. Asıl kalenin surları doğu-batı yönünde 65 metre; kuzey-güney yönünde 80 metre boyunca uzanır. Surların kalınlığı 2.5 metredir. Dış surlarda topların yerleştirildiği menfezler bulunur. Anadolu Hisarı'nın asıl kalesinde ve iç surlarında, araları harçla doldurulmuş blok taşlar kullanılmıştır.
Anadolu Hisarı, İstanbul'un fethinden sonra askeri önemini yitirmiş, çevresi zamanla bir yerleşim bölgesi durumuna gelmiştir. Bugün bazı bölümleri yıkık olan Anadolu Hisarı’nın ortasından yol geçmektedir.

Rumeli Hisarı

Fatih, İstanbul'u almayı aklına koymuştur. Öncelikle Yıldırım Bayezîd'in yaptırdığı Anadolu Hisarının karşına Rumeli Hisarını yaptıracaktır. Bizans İmparatoru Konstantinden bir av köşkü yapmak için toprak ister. İmparator dalga geçercesine bu av köşkünün bir dana derisi kadar yer kaplamasını ve bu kadar toprak verceğini söyler. Bunun üzerine II. Mehmet, hemen bir dana kestirip derisini yüzdürür ve deriden iplik yaptırır. Rumeli Hisarının yapılacağı alanı bu iple çevirir. İmparator inşaata bakmaya geldiginde şaşırır. Çünkü inşaat arzisi değil bir dana derisi, yüzlerce dana derisini içine alacak kadar büyüktür. Durumu Fatih'e bildirdiğinde Fatih dana derisinden yaptırdığı ipi gösterir ve şöyle der: "Ben bu ipi dana derisinden eğirttim. Bir fazlası varsa yıkalım." İmparator da yanındakiler de çaresiz susar ve hisarın yapımına izin verirler.
Beyaz balinayla(Moby Dıck) Ahap Kaptan'ın öyküsünü anlatan Amerikalı ünlü yazar Herman Melville, 1856'da İstanbul'a gelir. Ve Rumelihisarı'nı görünce, kralların imzaladığı antlaşmaların ve tablolardaki ressam imzalarının yanında, bir kente taşlarla atılan imzayla ilk kez karşılaşmanın şaşkınlığını dile getirir. Moby Dick'in yazarı Melville, Rumelihisarı'nın şeklinin Fatih'in imzasına benzediğini bilmekteydi. Yapımında bizzat çalışan Fatih, elbette topoğrafyanın el verdiği ölçüde Boğaz'ın kıyısına taşlarla adını yazmayı düşünmüş. Boğazdan bakılınca Kufi yazı ile isminin baş harfini görebilirsiniz.

Galata Kulesi

Galata Kulesi, İstanbul'un Galata semtinde bulunan ve şehrin en önemli sembollerinden biri olan 528 yılında inşa edilmiş bir kuledir. Kuleden İstanbul Boğazı, Haliç ve İstanbul, panoramik olarak izlenebilmektedir.
Galata Kulesi dünyanın en eski kulelerinden biri olup, Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa ettirilmiştir. [1] 1204 yılındaki 4. Haçlı Seferi'nde geniş çapta tahrip edilen kule, daha sonra 1348 yılında "İsa Kulesi" adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmıştır. 1348 yılında yeniden yapıldığında kentin en büyük binası olmuştur.[2]
Kule Türklerin eline geçtikten sonra hemen her yüzyılda tamir ettirilmiş, 1445-1446 yılları arasında yükseltilmiştir. Osmanlı hükümdarı II. Murat ile yakın ilişkiler kuran Cenevizliler padişahın yardımıyla kulenin yanına ikinci bir kule inşa etmişler ve kuleye de II. Murat'ın adını vermişlerdir. 16. yüzyılda Kasımpaşa tersanelerinde çalıştırılan Hıristiyan harp esirlerinin barınağı olarak kullanılmıştır. Sultan III. Murat'ın müsaadesiyle burada müneccim Takiyüddin tarafından bir rasathane kurulmuş, ancak bu rasathane 1579'da kapatılmıştır.
17. yüzyılın ilk yarısında IV. Murat döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi, Okmeydanı'nda rüzgarları kollayıp uçuş talimleri yaptıktan sonra, tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takarak 1638 yılında Galata Kulesi'nden Üsküdar-Doğancılar'a uçmuştur. Bu uçuş Avrupa'da ilgi ile karşılanmış, İngiltere'de bu uçuşu gösteren gravürler yapılmıştır.
1717'den itibaren kule yangın gözleme kulesi olarak kullanılmıştır. Yangın, ahalinin duyabilmesi için büyük bir davul çalınarak haber verilmekteydi. III. Selim döneminde çıkan bir yangında kulenin büyük bölümü yanmıştır. Onarılan kule 1831 yılında başka bir yangında yine hasar görmüş ve onarılmıştır. 1875 yılında bir fırtınada külahı devrilmiştir. 1965'te başlanıp 1967'de bitirilen son onarımla da kulenin bugünkü görünümü sağlanmıştır.

Kız Kulesi

Kız Kulesi, hakkında çeşitli rivayetler anlatılan, efsanelere konu olan, İstanbul Boğazı'nın Marmara Denizi'ne yakın kısmında, Salacak açıklarında yer alan küçük adacık üzerinde inşa edilmiş yapıdır.
Üsküdar'ın sembolü haline gelen kule, Üsküdar’da Bizans devrinden kalan tek eserdir. M.Ö. 24 yıllarına kadar uzanan tarihi bir geçmişe sahip olan kule, Karadeniz’in Marmara ile birleştiği yerde küçük bir ada üzerinde kurulmuştur. Bazı Avrupalı tarihçiler buraya Leander Kulesi derler. Kule hakkında pek çok rivayetler bulunmaktadır. Evliya Çelebi kuleyi şöyle tarif eder:
Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak, dört köşe, sanatkarane yapılmış bir yüksek kuledir. Yüksekliği tam seksen arşundur. Sathı mesehası iki yüz adımdır. İki taraftan yerde kapısı vardır.
Bugün görülen kulenin temelleri ve alt katın önemli kısımları Fatih devri yapısıdır. Kulenin etrafındaki sahanlık geniş kaplanmıştır. Üstündeki madalyon halindeki bir mermer levhada, kuleye şimdiki şeklini veren Sultan II. Mahmut’un, Hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832 tarihli bir tuğrası vardır. Kulenin Eminönü tarafı daha genişçe olup burada bir de sarnıç vardır.
İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu ada Bizans döneminde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan, savunma kalesine, sürgün istasyonundan, karantina odasına kadar bir çok işlev yüklenmiştir. Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiştir.Geçmişten geleceğe en çok da düşlere yol göstermektedir Kız Kulesi. Kız Kulesi 2000 yılında restore edilerek, artık çatal-bıçak seslerinin duyulduğu bir mekân haline dönüştürülmüştür. Kız kulesine ulaşım Salacak ve Ortaköy'den sandallarla yapılmaktadır.
Çok eski tarihi geçmişi olan Kız Kulesi, bir zamanlar, Boğazdan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı ile kullanılmıştır. Kule ile Avrupa Yakası boyunca büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu Yakası ile Kız Kulesi arasından geçişine(o zamanlar gemi boyutları küçük olduğu için geçebilmekteydi) izin verilmiştir. Bir süre sonra Kule, zinciri taşıyamamış ve Avrupa Yakasına doğru yıkılmıştır. Kuleden suyun içinde bakıldığında yıkıntıları görülmektedir.
Antik Çağ'da Arkla(küçük kale) ve Damialis(dana yavrusu) adları ile anılan kule, bir ara da "Tour de Leandros"(Leandros'un kulesi) ismi ile ün yapmıştır. Şimdi ise Kız Kulesi ismi ile bütünleşmiş ve bu ismi ile anılmaktadır.

Ayasofya

Ayasofya (Yunanca: Αγιά Σοφιά, tam adı: Ναός τς γίας το Θεο Σοφίας, Latince: Sancta Sophia ya da Sancta Sapientia),[2] Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından M.S. 532 - 537 yılları arasında İstanbul'un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup, 1453 yılında İstanbul'un Türkler tarafından alınmasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür ve günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.[3][4] Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.
Binanın adındaki “sofya” sözcüğü herhangi bir kimsenin adı olmayıp, eski Yunanca’da “bilgelik” anlamındaki sophos sözcüğünden gelir.[5] Dolayısıyla “aya sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da "ilahî bilgelik” anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhepinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.[6] 6. yüzyılın ünlü mimarlarından Milet'li İsidoros ve Tralles'li Anthemius'un[1][3] yönettiği Ayasofya’nın inşaatinde yaklaşık 10.000 işçinin[7][8][9] çalıştığı ve Jüstinyen'in bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir.[10] Bu çok eski binanın bir özelliği yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır.[11][11][12] Bizans döneminde Konstantinopolis Patriği'nin patrik kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nin merkezi olmuş bulunan Ayasofya, doğal olarak vaktiyle büyük bir “kutsal emanetler” koleksiyonunu içermekteydi.[13]
1453’de kilise camiye dönüştürüldükten sonra Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in gösterdiği büyük hoşgorüyle mozayiklerinden insan figürleri içerenler tahrip edilmemiş (içermeyenler ise olduğu gibi bırakılmıştır), yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozayikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Cami müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozayikler yine gün ışığına çıkarılmıştır. Kısaca günümüzde tüm dünya insanları bu mozayikleri görmelerini bir kişiye borçludur: Oda, sanatı seven ve diğer dinlere saygı gösteren Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet'tir. Günümüzde görülen Ayasofya binası aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise olduğundan Üçüncü Ayasofya olarak da bilinir. İlk iki kilise isyanlar sırasında yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş,[14][15] Mimar Sinan’ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir.

Sultan Ahmet Camii

Sultan Ahmet Camii, 1609-1616 yılları arasında sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır.[1] Cami Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de gene mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1934 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana camii konumuna ulaşmıştır.
Aslında Sultan Ahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.
Yapının mimari ve sanatsal açıdan dikkate sayan en önemli yanı, 20.000'i aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir.[2] Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılmış, yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye taşımıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır.[3] Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur ve Sultanahmet, Türkiye'nin altı minareli ilk camiidir.

Dolmabahçe Sarayı

Dolmabahçe Sarayı'nın bugün bulunduğu alan, bundan dört yüzyıl öncesine kadar Osmanlı Kaptan-ı Derya'sının gemileri demirlediği, Boğaziçi'nin büyük bir koy'u idi. Dolmabahçe sarayı hala eski güzelliğini korumaktadır. Geleneksel denizcilik törenlerinin yapıldığı bu koy zamanla bir bataklık hâline geldi. 17. yüzyıl'da doldurulmaya başlanan koy,[2] padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahilsarayı adıyla anıldı.[3]
18. yüzyıl'ın ikinci yarısına doğru, Türk mimarisinde Batı tesirleri görülmeye başlanmış ve "Türk Rokokosu" denilen süsleme şekli, gene Batı tesiri altında kalarak yapılan barok tarzı köşk, kasır ve sebillerde kendini göstermeye başlamıştır. III. Selim, Boğaziçi'nde Batı tarzında ilk binaları inşa ettiren padişahtır. Mimar Melling'e Beşiktaş Sarayı'nda bir kasır yaptırmış, lüzum gördüğü diğer yapıları da genişlettirmiştir. II. Mahmut, Topkapı Sahilsarayı'ndan başka, Beylerbeyi ve Çırağan bahçelerinde Batı tarzında iki büyük saray yaptırmıştır. Bu devirlerde Yeni Saray (Topkapı Sarayı) fiilen olmasa bile, terkedilmiş sayılırdı. Beylerbeyi'ndeki saray, Ortaköy'deki mermer sütunlu Çırağan, eski Beşiktaş Sarayı ile Dolmabahçe'deki kasırlar II. Mahmut'un mevsimlere göre değişen ikametgâhlarıydı. Abdülmecit de babası gibi Yeni Saray'a fazla itibar etmemekteydi, orada yalnızca kış mevsiminde bir kaç ay kalıyordu. Kırkı aşkın çocuğunun neredeyse tümü Boğaziçi saraylarında dünyaya gelmiştir